Yeni yılın ilk kitap yazısı biraz geç geldi arkadaşlar. Ocak ayında okuyup, 1 Yılda 80 Kitap grubumuzla değerlendirdiğimiz Amin Maalouf‘un Semerkant kitabı üzerine görüş ve araştırmalarımı sizlerle paylaşıyorum. Yazı şeklimde biraz değişiklik yapıp, kitapta dikkatimi çeken alıntıları sizlerle cümle aralarında paylaştım…
Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün, senin torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. Şimdi sır ve korku devrindeyiz, iki yüzün olmalı; birini kalabalığa göstermeli, ötekini kendine ve Yaratıcı’na saklamalısın. Gözlerini, kulaklarını ve dilini korumak istiyosan, gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut…
Öncelikle yazara ilişkin bilgiler verecek olursak; Amin Maalouf, Lübnan kökenli Fransız bir yazar. Aslında Hristiyan bir Arap. Beyrut’ta doğmuş ve Lübnan’ın başkentinde gazeteci olarak çalışmış. 1975’te patlak veren iç savaş sonrası ailesiyle birlikte Paris’e göç etmiş. Bu olaylar 75-82 arası devam ediyor. Hatta bu olayları konu alan belgesel niteliğinde, 21 ödüllü Beşir’le Vals (Waltz with Bashir – 2008) animasyon filmi izlenebilir. İlginç bir anektod; dedesi, Türkiye’deki toprakları ve kafaları özgür kılan kişiye duyduğu hayranlık yüzünden, çocuğuna Mustafa Kemal‘in adını vermek, ona Arapların söylediği biçimiyle ‘Kamal’ demek istemiş. Bu yüzden, Maalouf’un halalarından birinin adının “Kemal” olduğu söyleniyor…
Yönetmek için gereken vasıflarla iktidara gelmek için gerekenlerin aynı olmadıklarını söyle ona. İşlerin iyi idaresi insanın kendini unutup sadece başkalarıyla, özellikle de en muhtaç durumdakilerle ilgilenmesini gerektirir; oysa iktidara gelmek için insanların en açgözlüsü olup kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye hazır olmak lazım…
Genellikle yapılan eleştiri, kitaplarında tarihimizden olumsuz anlamda bahsetmesi. Ankara Fransız Kültür Merkezi’ndeki bir söyleşisinde “Osmanlıları barbar gibi göstermişsiniz!” diyen bir okuyucuya “Onlar kazanan taraf, bir de benim desteğime ihtiyaçları yok” cevabı vermiş. Ayrıca kitapta (biraz spoiler olacak ama), Cemaleddin Efgani‘nin İstanbul’da esir tutulduğundan ve ızdırap içinde yaşadığından söz ediliyor lakin Semerkant tarihini çok iyi bilen İlber Ortaylı: “Onu kim dediyse halt etmiş” diyor. Bu arada Maalouf, tarihçi İlber Ortaylı‘nın yakın dostu. Kitaptaki önemli karakterlerden biri olan Nizamülmülk‘ün ne denli güçlü bir kişilik olduğunu yazdığı Siyasetnâme kitabı ile anlamak mümkün. Kitapta geçen alıntıyı paylaşacak olursam: Dört yüzyıl sonra Macchiavelli’nin Prens’i Batı için ne anlama gelecek ise, Müslüman Doğu için aşağı yukarı aynı şeyi ifade edecek… Yine kitapta, iki eser arasındaki farklılık için şöyle diyor: Prens, siyasette hayal kırıklıklığına uğramış, her türlü iktidardan yoksun kalmış birinin eseri idi. Siyasetnâme ise bir imparatorluk banisinin (kurucusunun) yeri doldurulamaz tecrübesinin ürünüydü. Sonuç olarak; Macchiavelli‘nin Prens eserine göre farkedilir bir özelliği; büyük olmayı değil, büyük kalmayı anlatıyor olması diyebiliriz. Size okumak için bir neden daha…
Bir kadıya yapılabilecek en iyi övgü, onun vasıflarını değil sorumluluğu altındaki insanların dürüstlüğünü yüceltmektir…
Bu kitaba yönelik yapılan bir diğer eleştiri ise üç etkili karakterin aynı dönem içinde yaşamış gibi gösteriliyor olması -ki ben bu görüşe şu şekilde katılmıyorum: Tarihler baz alındığında Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk arasındaki hikayelerde anakronizm olma ihtimali var. Şöyle ki; anakronizm sözlük anlamı olarak: “herhangi bir olay ya da varlığın, içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması” demek. Özellikle edebiyat ve sanatta, genellikle eserin geçtiği döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılıyor. Örnek olarak, Muhteşem Yüzyıl dizisinde olaylar 1520 ilâ 1566 yılları arasında geçiyor ve Pargalı İbrahim Paşa birçok sahnede masa başında çalışırken gösteriliyor. Halbuki Osmanlı Sarayı’na masanın girmesi Abdülmecid’in (1823-1861) saltanatına rastlıyor…
Zamanın iki yüzü var, iki boyutu; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular…
Yanlış hatırlamıyorsam; Semerkant kitabı şu an 76. baskısında. (en azından ben yeni aldığım 76. baskısını okudum.) Yorumlarda sürekli karşılaştırma yapılan ve daha iyi olduğu (ya da detaylı anlattığı da düşünülebilir) söylenen Wladimir Bartol‘un Fedailerin Kalesi Alamut adlı kitabı ise 9. baskısında. Daha çok beğenilip, bu kadar düşük baskıda kalması Türk okuyucuların yaklaşımı adına fikir verebilir. Şahsen, en kısa sürede bu kitabı da okumak istiyorum. Ek olarak; Ömer Hayyam’ın Rubaiyat kitabı, İş Bankası Kültür Yayınları‘ndan Dörtlükler adıyla yayımlanmış. Benim dünyamdan bir bilgi ise; WordPress‘te Rubaiyat isminde bir eklenti var -ki neredeyse hiç güncellenmemiş- yükledikten sonra sayfayı her değiştirdiğinizde Ömer Hayyam’ın farklı dörtlükleri karşınıza çıkıyor…
Ben, mahşer gününün dehşetinden başka iman, secdeden başka namaz tanımayanlardan değilim. Ben nasıl mı namaz kılarım? Bir gülü seyrederim, yıldızları sayarım, yaratılışın güzelliği, onun düzenindeki kusursuzluk karşısında büyülenirim, Rabbim’in en güzel eseri olan insanın, onun bilgiye aç beyninin, aşka a gönlünün, uyanmış veya tatmin edilmiş tüm duyularının karşısında hayranlığa kapılırım…
Yine ilginç bir bilgi paylaşacak olursak; Rubaiyat’ın kağıdı Çin Kağızı -ki bu tanım kitapta geçiyor. Semerkant atölyelerinin ürettiği en iyi kağıt diye geçiyor kitapta. Araştırmalara göre, çok gizli olan kâğıt imalâtı 751 yılında Talas Savaşı‘nın iki Çinli tutuklusundan öğrenilmiş ve İslâm dünyasında ilk kâğıt değirmeni Semarkant’ta yapılmıştır. Abbasiler dönemindeki bu icat diğer İslâm ülkelerine, daha sonra da Avrupa’ya yayılmıştır. Pek tabi, Hasan Sabbah’ın ismini duyan (en azından ilgili) herkesin aklına, Haşşaşinler ve bu korkunç tarikata atıfta bulunan en ünlü oyun serisi Assassin’s Creed gelecektir. Kitaba göre Haşşaşinler tanımını “afyon içenler” şekline yorumlayan ve bu fikri Batı’da yaygınlaştıran kişi Marco Polo idi…
Tecavüzden daha kötüsü, önceden haber verilerek yapılan tecavüzdür; önüne geçilemeyen canavarı edilgen, alçaltıcı bir biçimde beklemektir…
Benim kitap ile ilgili görüşlerime gelecek olursak; yine edebi kaygıdan uzak şekilde heyecanla ve merakla okuyup bitirdim kitabı. Daha önceki yorumlarını takip edenler, dikkat ettiğim noktalardan birinin, kitabın bir sonraki sayfasını sabırsızca çevirme isteği uyandırmasıdır. Gruptaki arkadaşlarımlarımın yorumları ise kitabın derinlik hissi vermediği yönündeydi. Türkçesi gayet güzel ve akıcıydı. Sadece 68. sayfada bir yazım hatası yakaladım, o kadar. Şüphesiz kitabın içinde, burada bahsettiğimden daha fazla karakter ve olay var. Kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki; kitabın başlangıcındaki ve sonundaki olayın bağlantısı sizi şaşırtacak ve benim gibi meraklı iseniz sizi bu ve diğer konular ile karakterleri araştırmaya itecek. İran’ın tarihindeki değişimi de doyurucu şekilde öğreniyorsunuz. Özetle, kitabı okumanız tavsiyedir. Buradaki alıntıları okurken anlıyorsunuz ki (en azından ben böyle çıkarım yapıyorum) günümüzde yaşadıklarımızı yansıtıyor. Söylemeyi unutuyordum; 23 Nisan’da dünyaca ünlü trompetçi İbrahim Maalouf İstanbul’da konser verecek ve kendisi Amin Maalouf’un yeğeni oluyor. Keyifle dinleyeceğim…
İnsan şarap içmek isteyince sakisini ve keyif arkadaşını dikkatli seçer…
Uyuşmuş kentten tembel gürültüler yükseliyordu…
Bir işin başarılı olması için, kadınların dediğinin aksini yapınız…
Bu kadar Rubaiyat’tan bahsedip de bir dörtlük paylaşmamak olmaz. Benim için en anlamlı olanı:
Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları, gümüşleriyle övünmeye.
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben diye…